12 Nisan 2019 Cuma

HAVUÇ

Silah Ruhsatı
Başvuru nedeni sorulunca yükseklik korkusu demiş.
Sıcak suyunu yudumlarken yazdığı cep öyküsü, o an aklından geçen kötücül fikirler hakkında kuvvetli ipucu olsa gerek. Öyle zehirli düşüncelerle dolmuştu ki korktu ve kendini hemen dışarı attı, çöp torbası olarak kullanılmış bir süpermarket poşetinden kurtulur gibi. Metan.
Öfkeliydi de, az biraz dünyaya karşı ama daha çok da kendine. Hayatı yaşamayı değil de onu yazmayı seçmiş, ne istediği gibi yazabilmiş ne umduğu kadar yaşayabilmişti; becerememişti. Yazıya dökemeyeceğini sezdiği şeylerden uzak duruyordu ve söz konusu bu şeylerin listesi hayli kabarıktı. Yazmak için bakar, yazmak için görür, salt yazmak için yaşar olmuştu handiyse; okuma alışkanlığına bile işlemişti marazi beklentisi, metin fikri doğurabilecek metinlere yüz verebiliyordu ancak. Havuç.
Sıkışıyordu da; gün geçtikçe daralıyordu içinde hapsolduğunu hissettiği acımasız fanus, daha ne kadar dayanabilecekti kim bilir. Küçük şeylerle mutlu olma kabiliyetini de yitirmişti çoktan; çocuklara ve bilgelere özgü o maharetten azıcık nasiplenebilseydi keşke… Dua.
Psikolojisine yeterince değindim, daha da uzatıp can sıkmak istemem doğrusu. Edebiyatı ondan bundan dertlenme, olmadı içlenme mecrası sanan yazarların durumuna düşmekten imtina ederim. Yani o eder. Kendini sokağa atmıştı, vaziyet kısaca buydu. Dışarı çıkmasıyla her tarafın beyaza kestiğini gördü. Geceden yağmaya başlamıştı kar, yatmadan önce pencereden bir süre izlemişti o hipnotize edici göksel gösteriyi. Kuşlar kuştüyü yastıkları didiklemiş gibi gök. Manzara Gökçenur Ç.’nin şiirini çağırmıştı ona; burnu camda, dizeyi salonunda ağırlarcasına mırıldanmıştı. Buğu.
Sabaha kadar aralıksız sürmüştü yağış; yalnızca kaldırımlar değil, ana cadde de karla kaplanmıştı. Elektrik direkleri, arabalar, yandaki binanın birer çıbana benzettiği klima dış üniteleri bile beyaz bereleriyle sevimli görünüyordu. Yani olabildiği kadar. Morali yerine gelir gibi oldu, ya da öyle umdu; hâlâ huzursuz ve içten içe endişeli, bir karış karda yürümeye koyuldu. Giacometti.
Karşıdaki ilkokulun çatısı boş bir sayfa kadar albenili, henüz tekerlek izleriyle bozulmamış ara sokaklarsa koşma isteği uyandıracak denli çekiciydi. Büyüleyici bir fotoğrafın içinde gibiydi, ya da ters çevrildiğinde karın yağmaya başladığı şu küçük cam kürelerin birinde... Hediye.
İleriden Atatürk Caddesi’ne döndü ve Park’a doğru yürüdü; yaya hızıyla ilerleyen birkaç minibüs ve belediye otobüsü dışında araç görmedi yol boyunca; kaldırımlar da tenha sayılırdı, pek kimseye rastlamadı. Pekin.
Bir ara çocuk sesleri duydu, neşeli bağırış çağırışlar; içi ısınıverdi. İki apartman arasındaki otoparktan gelen seslere doğru yöneldi. Yaklaşınca arabaların arasında koşuşan çocukların kartopu oynadığını gördü; durup izlemeye koyuldu. İki kız üç oğlanlardı; beresiz olan en büyükleri on yaşında ya var ya yoktu. İki gruba ayrılmış gibilerdi ama takım arkadaşlarını da hedef alabiliyorlardı; ortada kesin bir kamplaşma, güvenilir bir dayanışma olduğu söylenemezdi. Ortadoğu.
Çocukları izlerken yan taraftan birinin ona baktığını hissedip döndü. Camına yamuk bir kalp çizilmiş, üzerindeki karla daha bir cana yakın görünen Tosbağa’nın arkasında bir kardan adam ona doğru gülümsüyordu. Beresi, kaşkolü ve kömür gözleriyle ustaca yapılıp donatılmıştı ya burnu yoktu. Kendini tutamadı, sesli güldü adamın yüzüne; sesli ya da sessiz, ne zamandır öyle içten gülmemişti. Kahkaha.
Minnettar kaldı çocuklara, morali yerine gelmişti bu kez. Caddeye çıkıp yürüyüşüne keyifle devam etti. Çok geçmeden bir pasaja rastladı; önünden sıkça geçtiği bir apartmanın altındaydı ve yeni fark ediyordu, şaşırdı. Sürmeli demir kapısı tam açılmamıştı, içeri eğilerek girdi; bir pasaj görmesin hemen girerdi.  Merak.
Adımını atmasıyla da girişteki duvar boyunca gerilmiş iplere çamaşır serercesine çizgi roman mandallayan bir adam gördü. İkisinin de tuhafına gitti sabah sabah yaşanan bu sıra dışı karşılaşma, tekinsiz bakışlarla merhabalaştılar. Pasajın içine doğru ilerleyince adamın az ötedeki kitapçı dükkanının sahibi olduğunu anladı. Yanında henüz açmamış ya da tamamen kapatmış bir berber dükkanı, karşısındaysa bodrum katındaki düğün salonuna inen karanlık bir merdiven vardı. Çevresine şöyle bir göz gezdirdikten sonra karo döşeli loş koridorda ışığı yanan tek dükkana doğru yürümeye başladı. Yankılanan ayak sesleri dışında çıt çıkmıyordu, öyle sessizdi pasaj. Işıltılı kapıdan girmesiyle daracık dükkandaki duvarların yassı kutuların istiflendiği ahşap raflarla çevrili olduğunu gördü. Ne olduklarını anlamadı önce; bu belirsizlik hoşuna gitti. Tam olarak ne sattığını anlamadığı esnaflara çocukluğundan beri ilgi duyardı. Tuhafiye.
“Rüyanızda yapboz görmüş olmalısınız.”
Tezgahın arkasından gelen mikrofonik ses yaşlı bir kadına aitti. Oturduğu mütevazı koltuktan yavaşça kalktı kadın, cevap beklemeden pürüzsüz sesiyle konuşmasını sürdürdü; daha önce başlamış da yarıda kalmış bir konuşmayı tamamlıyor gibiydi. Ağarmış gri saçlarını topuz yapmış, uzun zarif boynuna puanlı bir fular dolamıştı. Konuşurken gözlerinin kararsız mavisi keskinleşiyor, zarif gülümsemesiyle doldurduğu eslerindeyse yanağında belli belirsiz bir gamze kıvrılıyordu. Onu dinlerken bir ses sanatçısı ya da tiyatrocu olduğunu düşündü, belki de emekli bir TRT spikeri; lalettayin bir esnaf gibi değildi hiç… Gizem.
“… Şanslısınız, bu arada. Karda yürümek için sabırsızlandım çok, yoksa bu saatte açmıyorum dükkanı.”
Baştaki şaşkınlığını atlatıp bir yapboz dükkanına girmiş olduğunu kavraması çok sürmemişti. Nasıl olduğunu anlamadan, karşısında epeyce rahat hissettiği o yaşlı kadınla tatlı tatlı konuşurken buldu kendini, anlattık sıra da açıldı; yılın bu zamanları Adana’nın kartpostaldan fırlamış gibi göründüğünü, karın kimi şehirlere daha bir yakıştığını, sık çıkamasa da sabah yürüyüşlerini sevdiğini, yakınlarda oturduğu halde pasaja ilk kez girdiğini, daha önce yapboz yapmadığını ama denemek istediğini, hatta yazarlıkla uğraştığını bile söylemesine fırsat tanıyan kısa sayılmayacak bir sohbetti. Terapi.
Yaşlı kadın bir ara zarif parmaklarıyla raflardan üç kutu çekip çıkarmış ve minik budakların süslediği masif ahşap tezgahın üzerine koyup konuşmasına kaldığı yerden devam etmişti. Beş yüz, bin ve iki bin parçalık olduğunu öğrendiği bu kutuların her birinde farklı resimler vardı; sıcak sohbetlerinin ardından eli önce iki binlik olanına gitti. Cüret.
Arnavut kaldırımlı sokağın köşesinde, balkonundan çiçekler sarkan beyaz panjurlu bir evin altında üç masalı küçük bir kafe vardı resimde. Kafenin karşısındaki çiçekçiyi, çaprazındaki akçaağacı ve sırasındaki kitapçı dükkanını bir an sonrasında fark edebildi; satranç tahtasındaki şah gibi duran vakur sokak lambasını, heybetli ağacın yaprakları arasından görünüp kaybolan ikircikli gökyüzünü ve arkadaki kiremit evin penceresine tünemiş kan kırmızısı saksıları da. Çiçekçinin önündeki mavi tentenin altında ortancaları seçebildi yalnızca. Kitapçının vitriniyse eski yüzlü ciltlerle doluydu. Toz.
Kutuyu tezgaha bırakıp binlik olanına uzandı. Bu kez karşılıklı iki lokantanın olduğu bir sokak kesiti vardı resimde; kaldırıma konmuş masalar henüz boştu. İleride, asma yapraklarının istilasına uğramış taş kemerin altına doğru el ele yürüyen bir çift görünüyordu. Sağ taraftaki lokantanın kara tahtadaki menüsü okunmuyordu, tebeşirle yazılmış harfler öyle küçüktü; soldakinin duvara asılmış, begonvillerle çevrili menüsü de bir o kadar okunaksızdı. Yine çiçekler, her yan onlarla doluydu; saksılar, duvarlar, hatta masa örtüleri bile. English Home.
Üçüncüsü daha da romantikti; sahilde bisiklet gezisine çıkmış iki aşık vardı resmin merkezinde. Gülkurusu elbise giymiş kadın arkada oturuyordu, hasır şapkalı sevgilisi bir yandan bisikleti sürerken bir yandan da sağ elinde tuttuğu tombul kadehi ağzına götürüyordu. Gidonun üzerindeki sepette bir demet papatya, baget ekmek, salam ve biri çoktan açılmış iki şişe şarap görünüyordu. Fondaki deniz dalgalıydı, rüzgarlı bir gündü şüphesiz; kadının uçuşan eşarbı da doğruluyordu bunu. Kimi yerleri petrol yeşiline çalan gökyüzünde başıboş gezinen bulutların göz alıcı beyazlığı resmin tamamına bir tür yumuşaklık katmıştı sanki... Pamuk.
“Hangisinden başlamalıyım?”
Sorusunun cevabını tahmin edebiliyor, yaşlı kadının beş yüzlük yapbozu önereceğini düşünüyordu. Aldığı yanıt bambaşkaydı oysa, beklenmedik ve sarsıcıydı:
“Ne yazmak istediğinize bağlı.”